Ey!
AKP’nin kuyruğunu hala tutmaya devam edenler; akıllanın artık, zira yakın bir
gelecekte sizleri çok daha dayanılmaz günler bekliyor olacaktır. Evet yerel
seçimler, düşündüğümüz ve olması gerektiği gibi de sonlandı. Balkon konuşmasında
Erdoğan, yine her zamanki gibi esen rüzgâra göre çarklı, siyasi konuşmasını yaparak
orsada kalmasını bildi. Cumhuriyet bayrağını taşıyan CHP, aslında çoktan olması
gerektiği yerde, 85 milyon yurttaşın huzuruna tekrar çıkacağı sahnenin ışığını da
yakmış oldu. İşte böyle dostlar, salt rantçılıkla olmuyormuş bu işler demek ki.
Öyle ya; yoksa Homusaphien’e nasıl “insan denen akıllı bir canlı yaratıktır”
denebilir ki? Çünkü seçmen, yani insan elbette, sadece havaya vaatler yollayanı
değil; ama kendi aklıyla, daha güvenilir, beraberliğinde daha sorunsuz ve
refahça yaşayabileceği bir adayı seçecektir kuşkusuz. Ve buna da bugün, pandomima
değil; ama Demokratik, halkçı Cumhuriyet deniyor.
Seçimlerin,
bilhassa İBB Meclisinin de CHP’li ekseriyeti sağlamasıyla, İstanbul birlikteliğinde
ve Türkiye’miz genelinde de ülkesel kalkınmayı deforme etmiş, sumen altına
itmiş bir sistemden kurtulmak üzere, çok büyük bir kazanç olacağı asla yadsınamaz.
Çünkü İstanbul, ülkenin kalkınmasında, vazgeçilemez en büyük etken ve kaynaktır.
İnanıyorum ki İmamoğlu da en fazla bu duruma seviniyordur, diğer bütün
vatandaşları gibi şüphesiz. Sonuçların geneline bakınca da görülen; Erdoğan’ın
konuşmasındaki “dik duracağız; ama dikleşmeyeceğiz” – aslında diklenemeyeceğini
de anlamış bir yüz- ifadesiyle, artık zart zurtla yol alamayacağını ki bunu açıkça
ifade etmese de ‘halkın iradesi’ olduğunu, anlamış olduğudur. Çünkü
taşlar yerini bulursa zafer, bulmazsa yerde kalır enkaz olur. Kısaca özetlersek;
akıl taşları yerini bulunca, aşağıda eklerini okuduğunuz İstiklal Zaferine ve/veya
40 küsur yıl sonra kurucu CHP’nin yeni bir zaferine dönüşür. Ya da vs. vb.
Bundan
sonra, yapay Cumhurbaşkanlık gibi bir saçmalığı dışlayarak ve revize edilen
Partisinin, öne alınacak genel seçimlerde, en azından bir koalisyon adayı
olabilmesinin de uğraşını vereceği veya daha akıllı davranıp, dünyalığını yapmış
bir siyasi olarak ülkeyi terk etmesi gerekir ki hakkında başlayacak adli
işlemlerden kurtulabilsin. İttifak ortağı ve ülkenin bu duruma gelmesinde büyük
katkısı olan ve kişisel ihtirası uğruna, kendi ülkesinin bile 22 yıldır kavurulmasına
kömür atan Bahçeli ise, bundan sonra iki defa düşünmek zorundadır. Bir de CHP
ve demokrat cumhuriyetçi diğer muhalefetin, genel seçimlerde olduğu gibi, Doğu ve
Güneydoğu da neden kaybettiği ya da kaybettirildiği özenle(!) sorgulanmalıdır.
Artık ilçe Başkanlıklarına kadar irtifa kaybetmiş bir AKP, yetinmek zorunda
kaldıkları bazı ilçeler için bile manipülasyonlarını kesmediğine göre,
durumlarının vahameti açıkça ortada ve sırıtmaktadır.
Şimdi artık kaybettikleri kalelere,
kenar mahalle lağımlarından sızmaya çalışmaktadırlar. Dikleşmeyeceğiz diyen
Erdoğan, böylece yine, muhalefetin kazandığı bazı seçimleri, hedef olan ilçelerde
diklenerek ve yasa dışı da olsa, yeniden kazanmanın yollarını ararken, kendisini
her zamanki gibi yine yadsımıştır. Ki bu kelimeyi aynı nedenle defalarca
kullanmış ve de kullanmaktayım. Ne var ki gerçek olarak son 22 yıldır hep yaşadığımız
ve genel resim değişinceye kadar da yaşayacağımız bu asosyal durumu, hala yadsıyarak
sürdürüyorsak ve 22 yıldır da AKP belasından kurtulamayıp, birlikte geçen
yılların kayıplarından hala fazla bir şey öğrenememişsek, demek ki revize
edemiyoruz kendimizi. Oysa yerel seçimlerde yine tarihi bir emsal yarattık; ama
yetmez, tamamı da gelmelidir. Şayet gelmezse, belki de takım halinde tedaviye muhtaç
olmuşuzdur, kim bilir?
Van
ve Beykoz gibi seçim bölgelerinde, Belediye seçimlerini tekrarlamayarak, gerçek
kazananlara mazbatalarının verilmesi, YSK’nın belki de gizli bir onayla,
yeniden Demokrasiyi hatırlaması, muhtemelen Erdoğan’ın Demokrasiye çarklı; ama şartlı
bir dönüşüm kararının da göstergesi olabilir muhtemelen. Yani şartlı bir erken seçim
kararı, yakın bir sürede çıkabilir. Peki Erdoğan mı? O kendi mukadderatını bile,
kabul edemeyen bir sona dönüştü artık. Bu arada Bahçeli denen büyük hazret yine
saçmalamış ve “Cumhuriyet sandıkta kurulmadı” buyurmuş. Cumhuriyet, Kuvayı Milliyenin
güvenlik korumalığını yaptığı halkın meclis sandığında kurulmadı da MHP kahvehanesinde
mi kurulmuştu acaba? Ve Cumhur ittifakının iterek, dürterek, artık nihai “SON”
dan başka da yere varamayacağını, hala anlayamadılar mı bu hazretler! Çünkü bu
ittifakın yaşayabilmesi artık kaotik ve akıldışıdır, aklın zaferiyle de bu
siyasi demans yok edilecek ve yeni bir akli düzene ister istemez dönülecektir.
Şimdi
gelelim size gençler! Önünüzde, Atatürk vesayetiyle bayrağınızı taşıyan emekli
büyükleriniz hep olacak ki; yolunuzu asla kaybetmeyin. Çünkü tarih, dönem
şahitlerinin eserlerinden veya yasal kopyalarından öğrenilir. Yoksa başkalarından
duyarak veya anlamak istediğini anlamış olanların yazdıkları; eserler değil
söylentilerdir sadece. Ve tarihleri yazmış ve yazacak olanlar ise, her daim,
halkçı liderlere sahip olan milletlerdir. Buna bir numaralı örnek de Türk
milletidir, hiç şüphesiz.
Rusya,
Batılı emperyalistler tarafından sürekli provoke ediliyor. Yani bir şekilde tetiğe
ilk basanın Rusya olması isteniyor. İyi de basmak zorunda kalırsa ne olacak.
Dünyanın geri kalanı kimden hesap soracak. Vaktiyle Hitler Almanya’sı, milyonlarca
insanın telef olmasını sağlayan ikinci Dünya Savaşını tetikledi de ne oldu. Kim
hesap sordu? Şimdi bazı ademoğulları yine kaşınmaya başladılar. Yanız hiç
unutulmasın ki bu defa Nükleer felaket, belki bütün Dünya insanlarının toptan kaderi
olmayacaktır; ama Dünya insanlığının yeniden toparlanabilmesi için uzun yıllara
ihtiyaç olacaktır. Bize gelince; nasıl olsa güncelimizden daha kötüsünü
yaşamıyor oluruz! Ve belki de daha çabuk toparlarız kendimizi, kim bilir?
Yeni
bir umut ve coşkuyla kutlayarak, ağızınızda 22 yıldır ilk defa eriterek tadını
aldığınız Bayram şekerlemelerinizi, bütün finansal zorluklarınıza rağmen afiyetle
yerken, yakın gelecekte çok daha parlak günlere ulaşacağınız da bilgi alanınız
dahilinde olsun. Sevgili okurlar, en sağlıklı ve özlenen yeni günlerin, uzatmasız
yakınlarda sizinle olmasını, bütün kalbimle diliyor, herkese sağlık ve
esenlikler temenni ediyorum.
Serendip
Altındal
Ekler: HATIRATLARLA KARŞILAŞTIRILMALI
NUTUK – İBB YAYINLARI
Türkiye, İlke Olarak Süngüsüyle Kazanmış
Olduğu ve Misak-ı Millî ’de Saptanmış Noktalara Uyan Sınırları Elde Ediyordu [...] 24 Temmuz günü, öğleden sonra, Lozan Katedrali’nin çanları
barışın imzalanmış olduğunu ilan ediyordu. Bu barış yaklaşık beş yıldır süren
ve süresinin uzunluğu bakımından tarihte bir benzeri bulunmayan mütarekeye son
veriyordu. Asıl barış protokolüne, on sekiz ayrı sözleşme ve altı belge eklenmişti,
bunlarla Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasından kalan her şeyin tasfiye edildiği
kanısına varılmıştı.
Türkiye, ilke olarak süngüsüyle kazanmış
olduğu ve Misak-ı Millî ‘de saptanmış noktalara uyan sınırları elde ediyordu.
Sadece zengin petrol yataklarıyla birlikte Musul bölgesi hakkında bir karara
varılmamıştı. İngiltere kurnazlık yaparak bu konuda Türkiye’yle doğrudan bir
uzlaşmaya varmak hakkım saklı tutmuştu. [...]
Dagobert von Mikusch
Hasta Adamdan Bir Devlet Doğdu
Bunların hepsi de aynı şartlar yenilenmeye lüzum kalmaksızın
beş sene sonra, yedi sene sonra son bulmuş, tarihe karışmıştır. Demek ki, Lozan
Antlaşması’nın takıntıları ve eksiklikleri diye sayılabilecek bütün meseleler,
zamanla temizlenmiş, tamamlanmıştır. Bu sebeple, Lozan Antlaşması, Türk siyasi
hayatında başlı başına bir yer tutan millî bir eser halindedir. Lozan Antlaşması
yeni bir Türk Devleti’nin kurulmasında temel unsur olan bir siyasi belge olmuştur.
Bu millî devlet, tam manasıyla medeni ve bağımsız bir devletin bütün haklarına
sahip olmuştur. Lozan Antlaşması bunları tespit eder ve kabul ettirir. Ne vakit
kabul ettirir? Bir Dünya Savaşı’nda bütün dünya dört sene harp etmişken, Türkler
dört sene daha fazlası ile sekiz sene harp ederek her taraftan işgal edilmiş olan
memleketlerini silahla tekrar kurtardıktan sonra kabul ettirir. Müttefikler, asırlarca
takip edilmiş olan siyasetten niçin vazgeçmiş olarak Lozan Antlaşması’nı kabul
etmişlerdir? Türk Devleti hasta adamdan geliyordu. Bir İngiliz tarihçisinin
dediğine göre, Osmanlı Devleti’nin kaldırılması fırsatı Avrupa’nın eline 1300
senesinden beri ancak iki defa geçmişti. İkinci fırsat, Millî Mücadele dediğimiz
devrede zuhur etmiş ve Avrupa bundan faydalanamamıştır. Müttefiklerin Lozan Antlaşması’nı
kabul etmeleri, ilkönce mecburiyetten gelmektedir.
Askerî vaziyet o halde idi ki, Misak-ı
Millî ile ve Büyük Millet Meclisi’nin mücadele devri ile bizim tespit ettiğimiz temelleri reddetmek, nihayet yeni bir askerî
harekete bağlı kalmıştır. Türkiye
15 seneden fazla süren iç ve dış
seferlerden sonra, gerçekten barışa erişmek ihtiyacındaydı. Ama Avrupa da Birinci
Cihan Harbi’nin kanlı fedakârlıklarından sonra, yeniden bir maceraya kolayca
girecek yetenekte değildi.
İsmet İnönü
Zühtü Bey (İktisatçı) “Her Şeyi Askerler Yapar” Dedi, Ayıpladım 24 TEMMUZ 1923 SALI Barışın imzalanması. Kurban Bayramı: Gazi dün İzmir’e gitmiş. Hacı Bayram Camii’nde
selamlıkta Ali Fuat Paşa (İkinci Başkan) söyledi! İlim Heyeti’nden bir kişi
ziyaretime geldi. Zühtü Bey (iktisatçı) “Her şeyi askerler yapar,” dedi.
Ayıpladım. İsmail Hakkı Bey takdir etti. Afgan elçisi geldi. Rauf Bey, Fuat Paşalar
da.
Kâzım Karabekir
Siz Olmasaydınız, Lozan’dan Cenazem
Gelirdi Benim, Cenazem!
[...] Mustafa Kemal, İsmet Paşa’yı telgrafla kutladı:
"Ülkeye bir simi yararlı hizmetlerden ibaret olan ömrünüzü bu tez de
tarihi bir başarıyla taçlandırdınız.” Rauf Bey'in bir gün geç gönderdiği tebrikleri,
daha isteksiz bir tondaydı. Kendisi adına hazırlanan telgrafı gördüğü zaman.
“Bu müsveddede âdeta her işi yapan İsmet Paşammış gibi gösteriliyor. Biz,
burada, bir şey yapmadık mı?” demişti.
Barışın imzalandığını haber vermek için
Ali Fuat ile Rauf Bey. Çankaya'yı birlikte gitmişlerdi (...) Rauf Bey kısa ve heyecanlı bir konuşma yaparak bu başarının, başta
Mustafa Kemal olmak üzere, Kâzım Karabekir. Ali
Fuat ve Refet Paşaların eseri olduğunu söyledi. Kendisi de onlarla birlikte çalıştığı
için mutluydu. "Ta Amasya’dan beri," diye açıkladı, İçimden elinizi
öpmek geliyordu. Ama bu dileğimi açığa vuramıyordum. İzin verirseniz, elinizi
şimdi öperek, her zaman İçimde olan bu duyguyu belirtmiş olayım.”
Gazi, böyle bir hareketin gereksiz olduğunu
söyleyerek, elini vermedi, “Sizin ülkeye ettiğiniz hizmetler, bizimkinden aşağı
kalmaz,” dedi. (...)
Rauf Bey’in gidişinden birkaç gün sonra,
İsmet Paşa, konferanstaki arkadaşlarıyla birlikte Ankara’ya döndü; resmî olarak
karşılandı, alkışlandı. Gazi, Çankaya’da şerefine bir ziyafet verdi. Yemekten
önce, konferans üzerinde tartışmalar yapılırken, İsmet Paşa, Rauf Bey’le
kabinenin kendisine çıkardıkları güçlüklerden duyduğu üzüntüyü belirtmekten
kendini alamadı. Gazi’ye, “Karşılaştığım bütün güçlükleri yalnız siz çözdünüz,
yardımıma koşup beni kurtardınız. Siz olmasaydınız. Lozan’dan cenazem gelirdi
benim, cenazemi” dedi. (...)
Lord Kinross
O Halde Sen de Alçaksın!
İsmet Paşa Lozan Antlaşmasının imzalanmasından
sonra Ankara'ya dönmüştü. Bir gece Atatürk kendilerini ve Fethi Bey ile Nur
Bey’i akşam yemeğine davet etmişlerdi. Hatırımda kaldığına göre davetliler
arasında Latife Hanım ile öbürlerinin refikaları hanımlar da vardı. O akşam sofrada
Kılıç Ali Bey’le ben de bulunuyordum. Üç dört kişilik bir saz takımı da mevcuttu.
Bir aralık İsmet Paşa, Lozan'da meydana gelen tartışmalardaki zorluklardan ve
çektiği sıkıntılardan bahsederek Rauf Bey den acı acı şikâyette bulundu;
“Yaptığım İşler hakkında kendisine bilgi veriyor ve buna
karşılık hükümetin görüşünü anlamak istiyordum. Fakat o alçak Rauf yazdıklarıma cevap
vermeyerek beni çok büyük azap ve ıstırap içinde bırakmıştı, “deyince Fethi
Bey, Rauf Bey’in kabinesinde Milliye Vekili bulunduğu için Heyet-i Vekile'nin kararlarına
katılmış bulunduğunu söyleyerek Rauf Beyi müdafaa etmek istedi. Buna karşı İsmet
Paşa. “O halde sen de alçaksın!.. Eğer o sırada imdadıma Büyük Şefim yetişmemiş
olsaydı buraya tabutum gelecekti. Siz bundan memnun mu olacaktınız?..” dediler.
[…]
Salih
Bozok
Yeni Bir İmtihan ve Nihayet Barış
İkinci
toplantı 23 Nisan’dan 24 Temmuz 1923’e kadar, yani uzunca bir zaman sürdü. Ama
bu sefer çatışmalar, psikolojik tazyiklerden ve Türkiye’nin elini kolunu
bağlamak gayretinden ziyade, bilhassa Fransızların ne koparabiliriz didinmeleri
içinde geçti. Ama Ankara, İstanbul Hükümeti’nin yaptığı anlaşmaların hiçbirini
tanımadığım daha 7 Haziran 1923’te
kanunlaştırarak ilan etmişti (...)
Özetle,
temmuz başında bütün esas noktalarda mutabakata varıldı.
Fakat imza safhasında İsmet Paşa’yı yeni ve daha çetin bir imtihan
bekliyordu ve bu sefer direniş karşı taraftan değil, Ankara'dan, hükümetten geliyordu.
Başvekil
Rauf Bey’di. Lozan’da müzakereler bitmişti. Tasan hazırlanmıştı. İş imza safhasına
gelmişti, İsmet Paşa hükümetten imza yetkisini istedi. Çünkü o güne kadar ve
zaman zaman anlaşmazlıklar çıkmış olmakla beraber, işlerin gidişinden hükümet
daima haberli kılınmıştı. Ama başvekille İsmet Paşa arasında, son aylarda gerginlik
vardı. İsmet Paşa, başvekilin:
*
Lozan’a yapılacak tebliğleri geciktirdiği,
* Hükümete yapılan müracaatlardan
ve kendisine yapılan tebliğlerden devlet başkanını gereği gibi haberdar etmediği,
*
Başvekâlet ve Vekiller Heyeti’nce alınan kararların, daha kendisinin haberi olmadan
Lozan’a ulaştığı ve etrafa duyurulduğu, kanısındaydı.
[...]
Ama İsmet Paşa bezgindir. Mesela daha 27 Mayıs tarihli uzun bir yazısının son
cümlesi şudur:
“Sulh
meselesinin yüzde doksan beşi hallolunmuştur. Benden soma bu işi alacak kişi
için güçlük sınırlı ve basittir.”
Şu
sözler de İsmet Paşa'nındır:
“Ne
kadar bezmiştim bazen. Lozan’daki son krizi hatırlarım. İmza edeceğiz. Fakat
cevap alamıyoruz. Ankara cevap vermiyor. Bir ara büyük salondayız. Terasa
açılan büyük bir camlı kapı var. Terasın altı uçurum ben bu kapının arkasına
geçiyor, terasa yürüyorum. Arkadaşlar birden telaş ediyorlar...”
Çünkü
arkadaşların hatırına o buhranlı demde, korkunç bir ihtimal gelmiştir: Acaba Paşa?..
Fakat
İsmet Paşa daima şuna inanmıştır Sabreden, tahammül eden kazanacaktır…r...
Nihayet temmuz ortalarında konferans sona
erdi. İmza safhasına geldi İsmet Paşa işte bu safhada Ankara’dan imza yetkisi
istedi. Fakat asıl sıkıntı o zaman başlar. Karşı taraf ise Türk Delege Heyeti
Başkanını imza masasına dav et etmektedir. Her dakika artan bir tedirginlikle
Türk Delegesinin:
“Buyurun efendiler, eserimizi imza edelim,”
davetini bekler. Halbuki İsmet Paşa onlardan çok daha tedirgindir. Çünkü Ankara
bir türlü uygunluk cevabım bildirmez. Bir gün geçer, iki gün geçer, hatta üç
gün geçer. Rauf Bey’den cevap yoktur. Ankara inatçı, esrarlı, hatta korkunç bir
sessizliğe bürünmüştür. Karşı taraf delegelerine karşı ise her an biraz daha
sıkışır, hatta küçülür.
“Nihayet 18
Temmuz’da bizzat Gazi’ye müracaat zorunda kalır. Yazısı sert olmaktan çok acı,
şikâyetçi ve kırgındır:
"Eğer hükümet, kabul ettiğimiz
şeyin kesin reddinde ısrarcı ise, bunu bizim yapmaklığımıza imkân yoktur.
Düşüne düşüne benim bulduğum yol, İstanbul’daki yabancı yüksek kimselere tebligat
yapılır, imza yetkisini bizden almaktır. Bu hal gerçi bizim için dünya yüzünde
görülmemiş bir skandal olur. Fakat vatanın yüksek menfaatleri, şahsi
düşüncelerin üstünde olduğundan, Milli Hükümet, düşüncesini uygular. Hükümetten
teşekkür beklemiyoruz. İşlerimizin muhasebesi, millete ve tarihe bırakılmıştır.”
Hükümete gelince? Hükümet hâlâ
kararsızdır. Öyle sanıyorum ki, Rauf Bey ve bazı arkadaşları, Lozan Antlaşmasının
imza edilmesi emrini vererek, bu antlaşmanın sorumluluğunu kabul etmekten
kaçınmışlardır. Yahut ileride bu anlaşmaya yükleneceklere karşı kendilerini
korumak gibi, zayıf bir ruh hali içine düşmüşlerdir. Ne Gazi’ye ne İsmet Paşa’ya
karşı kesin bir cephe alarak İsmet Paşa’nın Lozan’da varabildiği neticeleri
açıkça reddetmek cesaretini de gösterememişlerdir. Bunun daha iyisini yapabilecekleri
yolunda da kesin bir beyan veya teşebbüsleri olduğuna dair belgeler yoktur [...]
Lozan'da ipler kopmak üzereydi
Fakat İsmet Paşa’nın son dakikada bizzat Gazi’ye müracaatı, umduğu tesiri
yaptı. Öyle anlaşılıyor ki, İsmet Paşa’nın, imza yetkisi vermeleri için
hükümete yaptığı müracaatlar netice vermeyince, Başkumandan, hükümetin yapması
lazım gelen tebliği bizzat yaparak ve hükümetin vermesi lazım gelen yetkiyi bizzat
vererek hem İsmet Paşa’yı hem Lozan Antlaşmasını kurtardı. Bu, bir
müdahaleydi. Büyük ve mesuliyetli bir müdahale… Çünkü aslında yetki ve bu
vazife hükümetindi.
Gazi’nin İsmet Paşa’ya tebliği
şudur:
“Lozan’da İsmet Paşa Hazretlerine,
18 Temmuz 1923 tarihli telgrafnamenizi
aldım. Hiç kimsede tereddüt yoktur, kazandığınız başarıyı en sıcak ve samimi
duygularımızla tebrik ederek, usulen imza edildiğinin bildirilmesini bekliyoruz
kardeşim.”
[...]
Resmî bir emir ve tebliğden ziyade, dostça bir hava taşıyan bu telgraf, sekiz
ay süren çetin, çekişmeli, hatta tehlikeli bir işin hem şerefli hem korkulu
mücadelesini sona erdirdi. İmza muamelesi, bir tören oturumu içinde tamamlandı.
Yeni Türkiye, Milletlerarası Hukuk Şekilleri de tamamlanarak, çağdaş dünya devletleri
arasında böylece yerini aldı.
Bu
telgraf bir devlet başkanının emri midir? Yoksa, büyük karar isteyen bir anda,
büyük bir karar adamının, kendi iradesini cesaretle teraziye koyarak,
sorumluluğunu yüklendiği bir memleketin kaderine, bir yeni müdahalesi midir?
Lozan’da ve her kulun başına gelmeyen sıkıntılı bir bunalımın son buhranları içinde
bu telgrafı eline alan İkinci Adam’ın, Başkumandanına cevabı şudur:
“Gazi
Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine,
Her
dar zamanımda Hızır gibi yetişirsin. Dört beş gündür çektiğim azabı tasavvur
et. Büyük işler yapmış, yaptırmış bir adamsın. Sana bağlılığım bir kat daha artmıştır.
Gözlerinden öperim, pek sevgili aziz kardeşim Aziz Şefim...” [...]
Şevket Süreyya Aydemir
Cumhuriyet
Çocukları Seferberlik Çağrısına Gönülden Karşılık Vermişlerdi
{…] “Cumhuriyet
çocukları” seferberlik çağırısına gönülden karşılık vermişlerdi. O kadar güçlükle
elde edilmiş olan barışı bozmaya yönelen bu girişime kızmışlar, dinin siyasete alet edilmesine
içerlemişlerdi. Gazının yeni milli cephesi, Kurtuluş Savaşın dan sonra ortaya çıkan
bu ilk bunalımı güven verici bir biçimde önlemiş oluyordu. Ancak Gazi, hiçbir riske
girmek İstemiyordu. Artık aşırı liberal eğilimli bir hükümet şeklinden vazgeçmişti.
Meclis’te ve basında karşılaştığı muhalefet de isyan nasıl bastırıldıysa, şimdi
öyle bastırılmalıydı. İsyan sırasında, zafer artık kesinleştiği bir anda. İsmet
Paşa. Ali Fuat Paşa’ya muhalefetin gereksiz bir şey olduğunu söylemişti.
Amerikan temsilcisi Amiral Bristol’e ise düşüncesini daha da açık olarak şu sözlerle
bildirmişti: “Bu memlekette muhalefet, ihtilal demektir." Bu ruh İçinde
hükümet, saldırılarını, yeni kazandığı güçle, ilkönce basına yöneltti. Takrir-i
sükûn Kanunu’nun kabulünün hemen arkasından. İstanbul'un büyük gazetelerinden
beşi kapatıldı. [...]
Hükümet İçinde Hükümet Gibi, Bir
de İstiklal Mahkemesi Otoritesi Meydana Geldi
t...
I Bu kesin tasfiye, her türlü aleyhtarlığın veya gericiliğin bütün cesaretlerini
kırdı. Mustafa Kemal’e başladığı inkılâbı tamamlamak fırsatını verdi.
Nasıl
kİ. Meşrutiyet’te İttihat ve Terakki otoritesi de hükümet darbesi olayının ayakları
üstünde tutunmuştu.
Fakat,
hükümet İçinde hükümet gibi, bir de istiklal Mahkemesi otoritesi meydana geldi.
Reisin evi hemen hemen “merci-l enam” idi. Bu hal, ismet Paşa’nın devamlı
ısrarları üzerine bir akşam, Ankara Palas’ın bir balosunda Mustafa Kemal'in istiklal
Mahkemecilerini çağırıp hemen oracıkta vazifelerine nihayet vermelerine kadar
sürdü. Ertesi günü kendilerine hediye edilen Benz otomobillerine binerek, fakat
artık basit milletvekili sıfatı ile Meclis'e gelmişlerdi.
Falih
Rıfkı Atay
Paşam,
Ren Sizi Bandırma Vapuruyla 16 Mayıs 1919’da Samsun’a Yolcu Etmiştim
Beni öğleden
sonra Paşa’nın huzuruna çıkacaksın, şimdi biraz dinlen,” diterek bana tahsis edilen
yatak odama getirdiler.
Yatağa
uzandım. Aman Allah'ım, ben yani Hacı Tevfik oğlu Nurettin, köşkteydim, Atamın
âdeta yanı başındaydım. Bu bir mucizeydi.
Akşamüzeri
haber geldi, Atatürk beni görecekti Hemen üstümü başımı toparladım, saçımı
filan düzelttim ve
de biraz sonra
gelen Rusuhi Bey’le birlikte Atatürk'ün makamına gittik. Tam sekiz yıl soma
yine Ata'mın huzurundaydım. Allah'ı kalbim duracak gibiydi. “Yaklaş
asker!” dedi ve sordu “Adın ne?” kendimi toparladım ve güvenle cevap verdim:
"Hacı Tevfik Kaptan oğlu Nurettin.” Bir an durdu, düşündü, hamlar gibi
oldu, sonra, *Ben bu ismi bir yerden hatırlıyorum delikanlı," dedi Tüm
cesaretimi toplayarak, "Paşam, ben sizi Bandırma Vapuruyla 16 Mayıs 1919’da Samsun’a yolcu etmiştim.
Babam Hacı Tevfik Kaptan, beni yanınıza getirmiş, ben de elinizi öpmüştüm,”
deyince birden ayağa kalkarak, “Gel bakayım, sen bayağı koca adam, asker olmuşsun.
Ne tesadüf böyle- Baban nasıl, hayatta mı? İyi mi? bir şeye ihtiyaçtan var mı?
Onlar benim çok önemli kader arkadaşlarım olmuştu, diyerek memnuniyetini
bildirince iyice rahatlayarak, -Babam, anam, Allah'a çok şükür, iyiler. Babam
yine gemide, hiçbir sıkıntısı yak.
Ben
de Paşa’mın emrinde tur asker olduğum için çok mutluyum, her zaman ölene kadar
hizmetinizdeyim," dedim. Güldü, yanağımı okşadı ve “Rusuhi Bey, bu delikanlıya
iyi bir görev ver. Askerliğini de bitirince haberim olsun,” diyerek bizi gönderdi.
Rusuhi
Bey de şaşırmıştı. Odadan çıkınca, “Nuri yavrum, hakikatten ne kader ne güzel
kader. Gel seni şimdi komutanına teslim edeyim,” diyerek köşkün Muhafız
Alayı’na götürdü. Komutana, “Bu asker eğitiminden sonra köşkte görev yapacak,”
dedi.
Birkaç
günlük eğitimden sonra tekrar Rusuhi Bey’in talimatıyla köşke geldik. Benim
kitap ve okuma zevkimi daha evvelce kendisine söylediğim için beni köşkün kütüphanesinde
görevlendirdi. “Yerin burası.
Ata
çok okur, çok titizdir, aman çok dikkatli ol,” diye tembihlemeyi de yaptı.
Nuri
Ulusu
TÜRK
GENÇLİĞİNE BIRAKTIĞIM KUTSAL EMANET
Saygıdeğer efendiler, sizi, günlerce İşlerinizden alıkoyan
uzun ve ayrıntılı nutkum, en sonu tarihe mal olmuş bir dönemin öyküsüdür. Bunda,
milletim için ve yarınki çocuklarımız için dikkat ve uyanıklık sağlayabilecek
kimi noktaları belirtebilmiş isem kendimi mutlu sayacağım.
Efendiler, bu nutkumla, millî varlığı sona ermiş sayılan büyük bir
milletin, bağımsızlığını nasıl kazandığını; bilim ve tekniğin en son ilkelerine
dayanan millî ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu anlatmaya çalıştım.
Bugün ulaştığımız sonuç, yüzyıllardan beri çekilen millî yıkımların
yarattığı uyanıklığın ve bu sevgili yurdun her köşesini sulayan kanların karşılığıdır.
Bu sonucu, Türk
gençliğine kutsal bir armağan olarak bırakıyorum.
“Ey Türk
Gençliği!
Birinci
vazifen, Türk istiklalini, Türk Cumhuriyeti'ni, ilelebet, muhafaza ve müdafaa
etmektir.
Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin
en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni, bu hazineden mahrum etmek
isteyecek dahili ve harici bedhahların olacaktır. Bir gün, istiklal ve
Cumhuriyet’i müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde
bulunacağın vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerait,
çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklal ve Cumhuriyetine kastedecek
düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler.
Cebren ve hile ile aziz vatanın kaleleri
zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve
memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha
elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde iktidara sahip olanlar
gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri
şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler.
Millet, fakrı zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir.
Ey Türk
istikbalinin evladı!
İşte, bu ahval
ve şerait içinde dahi vazifen, Türk istiklal ve Cumhuriyetini kurtarmaktır.
Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur.”
Mustafa
Kemal -NUTUK-
SONUÇ
Atatürk'ün Nutuk’u ve dönemin tanıklarının
hatıratları dikkatle okunduğunda her şeyden önce bu Cumhuriyetin hiç de kolay
kurulmadığı gözler önüne serilmektedir. 1. Dünya Savaşı’ndan büyük kayıplarla
ve ağır bir yenilgiyle çıkılmasına, elde kalan son vatan topraklarının İngiltere,
Fransa, İtalya, Yunanistan tarafından işgal edilmesine, etnik ayrılıkçı
hareketlere, padişahçı ayaklanmalara karşın; ordusuzluğa, parasızlığa,
moralsizliğe rağmen Millî Mücadele'nin kazanılması olağanüstü etkileyici ve göz
kamaştırıcı bir başarıdır. Nutuk ve hatıratlar okunduğunda bu
büyük başarının baş mimarının hiç tartışmasız Mustafa Kemal Atatürk olduğu ortaya
çıkmaktadır. Millî Mücadele başından sonuna kadar, -hazırlık sürecinden
örgütlenmesine, muharebelerinden barış görüşmelerine, Atatürk’ün çekip çevirip
organize ederek yönettiği bir askeri ve sivil hareket olarak gelişmiştir.
Atatürk, Samsun'a çıkışından Lozan Antlaşması’na kadar bağımsızlık savaşının
her aşamasını planlayıp yöneten bir örgütçü lider olarak ortaya çıkmıştır,
örgütlenme sürecinde kongrelerin ve TBMM’nin başkanı, zaferler kazanıp ülkeyi
bağımsızlığa kavuşturan ordunun başkomutanı ve meşruti monarşiden cumhuriyete
taşıdığı ülkenin cumhurbaşkanı olarak Atatürk hiç tartışmasız "Millî Mücadele’nin
öznesi” durumundadır. Nutuk ve hatıratlar, Cumhuriyet Devrimi'nin
Atatürk’ün eseri olduğunu gözler önüne sermektedir. Atatürk, Millî Mücadele’de
yanında, yakınında bulduğu silah arkadaşlarının pek çoğunu Cumhuriyet
Devrimleri sırasında maalesef yanında, yakınında bulamamıştır; tam tersine
birçok arkadaşını karşısında bulmuştur.
Atatürk Nutuk’ta bir taraftan bağımsızlık
savaşı ile işgalci emperyalist düşmandan, diğer taraftan ulusal egemenlik savaşıyla
saray saltanatından kurtuluşun öyküsünü anlatmıştır.
Atatürk,
Nutuk’un daha ilk sayfalarında
“Düşünülen Kurtuluş Çareleri” başlığı altında 1919 koşullarında Türkiye’de
görülen “İngiltere himayesini istemek, Amerikan mandasını istemek, mahalli kurtuluş
çarelerine başvurmak” seçeneklerinden hiçbirinde “isabet görmediğini”
belirterek verdiği “ciddi ve gerçek kararı” şöyle açıklıyor: “Efendiler; bu durum karşısında bir tek
karar vardı. Oda ulusal egemenliğe dayanan kayıtsız şartsız
bağımsız bir Türk devleti kurmak. İşte daha İstanbul’dan çıkmadan önce
düşündüğümüz ve Samsun ’da
Anadolu topraklarına
ayak basar basmaz uygulamaya başladığımız karar, bu karar olmuştur.” Atatürk Nutuk'ta, işte daha Samsun’a çıkmadan
önce, İstanbul'da verdiği bu kararın, yani “ulusal egemenliğe dayanan kayıtsız
şartsız bağımsız bir Türk devleti kurma kararının” belgesel öyküsünü anlatmıştır.
Böyle bir karar vererek yola çıkan Atatürk, Mili Mücadele’de işgalci
emperyalistlere onların yerli işbirlikçilerine ve saray saltanatına karşı
mücadele etmek zorunda kalmıştır.
Atatürk, dönemin koşulları gereği,
belli bir aşamaya kadar, “ulusal
egemenliğe dayanan yeni bir Türk devleti kurma” düşüncesinden kimseye söz etmemiştir.
Çünkü yine Nutuk'taki ifadeleriyle o günlerde
Türkiye’de “halifesiz,
padişahsız bir kurtuluş düşünülememektedir”.
“Burada
pek önemli olan bir noktayı da belirtmeli ve açıklamalıyım. Millet ve ordu, padişah
ve halifenin hainliğinden haberdar olmadığı gibi, o makama ve makamda bulunana
karşı asırların kökleştirdiği din ve gelenek bağları dolayısıyla da içten gelerek
boyun eğmekte ve bağlı. Millet ve ordu bir yandan kurtuluş çaresi düşünürken
bir yandan da yüzyıllardır süregelen bu alışkanlık dolayısıyla kendinden önce
yüce hilafet ve saltanat makamının kurtarılmasını ve dokunulmazlığım düşünüyor.
Halifesiz ve padişahsız kurtuluşun anlamım kavrama yeteneğinde de değil. Bu
inanca aykırı bir düşünce ve görüş ileri süreceklerin vay haline! Derhal
dinsiz, vatansız, hain ve istenmeyen kişi olur...”
Atatürk, işte bu nedenle Millî
Mücadele’de zamanı gelinceye kadar stratejik olarak sarayı; halife, padişahı karşısına
almama politikası izlemiştir. Nutuk’ta bu politikanın açık izlerini
görmek mümkündür. Nutuk’ta bütün belgeleriyle gözler önüne
serildiği gibi Atatürk, zamanı gelinceye kadar, “Tutsak halife padişahı kurtarmaktan!”
söz etmiş; “Halife Padişah Vahdettin’in, Sadrazam Damat Ferit’in
ihanetlerinden habersiz olduğunu!” söyleyerek, strateji gereği, doğrudan
halife padişahı değil, Damat Ferit hükümetini eleştirmiştir. Aslında Atatürk,
artık biten saltanata son vermek ve ulus egemenliğine dayanan yeni bir devlet
kurmak için şartların olgunlaşmasını beklemektedir. Bu gerçeği Nutuk’ta şöyle ifade etmiştir:
“Osmanlı
hanedanı ve saltanatının devam ettirilmesine çalışmak, elbette Türk ulusuna
karşı en büyük kötülüğü işlemektir. Çünkü millet her türlü fedakârlığı göze
alarak bağımsızlığını kazanmış olsa da saltanat sürüp gittiği takdirde, bu
bağımsızlığa kazanılmış gözüyle bakılamazdı. Artık vatan ve milletle hiçbir vicdan ve düşünce
bağlantısı kalmamış bir sürü delinin, devlet ve ulusun bağımsızlık ve onurunun
koruyucusu konumunda bulundurulmasına nasıl göz yumulabilirdi?”
Atatürk, saltanatı kaldırıp
ulusal egemenliğe dayanan yeni bir Türk devleti kurmak için Nutuk’ta ayrıntılarına yer verdiği aşama
stratejisinden yararlanmıştır. Buna göre yapılacak işleri parçalara bölüp,
sırayla, aşama aşama hareket etmiştir. Her adımını, yerinde ve zamanında
atmıştır. Nutuk’taki İfadesiyle, “Uygulamayı aşamalara ayırıp basamak
basamak ilerlemiştir.”
“Türk ata yurduna ve Türk bağımsızlığına
saldıranlar kimler olursa olsun, onlara bütün ulusça silahla karşı koymak ve onlarla
çarpışmak gerekiyordu. Bu önemli kararın bütün gerek ve zorunluluklarını daha
ilk günlerde açığa vurup ifade etmek elbette uygun olmazdı. Uygulamayı birtakım
aşamalara ayırmak, olaylardan ve olayların akışından yararlanarak basamak
basamak ilerleyerek hedefe ulaşmaya çalışmak gerekiyordu. Nitekim öyle
olmuştur. Eğer dokuz yıllık faaliyetimiz ve yaptıklarımız bir mantık zinciriyle
gözden geçirilirse, ilk günden bugüne kadar takip ettiğimiz genel doğrultunun,
ilk kararın çizdiği yoldan ve yöneldiği hedeften asla sapmamış olduğu kendiliğinden
anlaşılır.”
“Başarı için pratik ve güvenilir
yol her safhayı zamanı geldikçe uygulamaktı. Ulusun gelişmesini ve yükselmesini
sağlayacak doğru yol buydu. Ben de bu yolda yürüdüm.”
Nutuk, baştan sona dikkatlice okunduğunda
Atatürk’ün gerçekten de bu “aşama stratejisine” uygun olarak adım adım,
şartları olgunlaştırarak ilerlediği ve sonunda kafasındaki düşünceleri hayata geçirdiği
görülecektir. Atatürk zor kullanarak, baskı yaparak değil, şartları
olgunlaştırarak, ortamı hazırlayarak, insanları etkileyerek ve ikna ederek
tamamen akıl ve mantıkla hareket edip başarıya ulaşmıştır.
Nutuk’un bütününde yerli yabancı 820 kişinin adı
geçmektedir. Bu kişiler, Millî Mücadele ve Cumhuriyet Devrimi karşısındaki
tutumlarına ve bu sırada yapıp ettiklerine göre olumlu veya olumsuz olarak
değerlendirilmiştir. Atatürk, bahsettiği kişilerin tutumlarını ve yapıp
ettiklerini anlatırken mutlaka bir veya birkaç belge sunarak söylediklerini
kanıtlama yoluna gitmiştir. Atatürk’ün Nutuk’taki eleştiri oklarından nasibini
alanlar arasında yola birlikte çıktığı, ancak sonradan yolları ayrılan Kâzım
Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele gibi bazı silah arkadaşları
da vardır. Atatürk, Nutuk’ta önce Millî Mücadele, sonra
Cumhuriyet Devrimi sırasındaki tutumları, davranışları, görüş ve düşünceleri
bağlamında bu arkadaşlarını da eleştirmiştir. Nutuk’ta Atatürk’ün bu konuda ortaya
koyduğu belgelere bakıldığında emperyalizme karşı bağımsızlık savaşında iyi kötü
Atatürk’le birlikte mücadele eden bu silah arkadaşlarının, saray saltanatına
karşı ulusal egemenlik mücadelesinde Atatürk’ten ayrıldıkları, saltanattan ve
hilafetten vazgeçemedikleri ve adım adım Cumhuriyet’e yürüyen Atatürk’e karşı
çıktıkları görülmektedir. Atatürk Nutuk’ta silah arkadaşlarının bu tutumunu
şöyle eleştirmiştir:
“Millî Mücadele’ye beraber başlayan
yolculardan bazıları, millî hayatın bugünkü Cumhuriyete ve Cumhuriyet kanunlarına
kadar uzanan gelişmelerinde, kendi fikir ve ruh yeteneklerinin kavrayış sınırı
bittikçe bana karşı muhalefete ve direnişe geçmişlerdir. Ben milletin vicdanında
sezdiğim büyük ilerleme kabiliyetini bir millî sır gibi vicdanımda taşıyarak yavaş
yavaş bütün sosyal hayatımıza uygulamak mecburiyetinde idim. ”
Atatürk
Nutuk’ta, İstanbul Saray Hükümetlerini,
özellikle de Damat Ferit Paşa’yı çok ağır bir dille eleştirmiştir. Uzun
uzadıya Damat Ferit hükümetlerinin ve Padişah Vahdettin’in Anadolu’da kardeşi
kardeşe düşürüp bir iç savaş başlattığını anlatmıştır. Atatürk, Nutuk’ta Padişah Vahdettin’den çok ağır ifadelerle
“hain” diye söz etmiştir.
Nutuk,
gerçekten de bir yüzleşme kitabıdır. Millî Mücadele’nin başkomutanı ve
Cumhuriyet Devrimi’nin önderi Gazi Mareşal Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk’ta ulusa hesap verirken
kahramanları, hainleri, yurtseverleri, kişisel çıkar peşinde koşanları,
beceriksizleri ve kendi ifadesiyle “kavrama
sınırları bitenleri”
tek tek belgelere dayanarak eleştirmiştir.
Nutuk “un geneline hâkim olan dört
önemli düşünce, “tam bağımsızlık”, “ulusal egemenlik”, “uluslaşma” ve “çağdaşlaşmadır”.
Atatürk, Nutuk’u okuyanların, özellikle de genç
kuşakların, bu toprakların nasıl zor, nasıl sabırlı, nasıl akıllı bir
mücadeleyle yeniden vatan yapıldığını ve bu Cumhuriyet’in nasıl bir
stratejiyle, hangi güçlüklere göğüs gererek kurulduğunu öğrenmelerini istemiştir.
Atatürk
Nutuk’a “1919yılı Mayıs’ın 19. günü Samsun'a
çıktım"
diyerek başlıyor. Bu durum bazılarının iddia ettiği gibi Atatürk’ün, 1919 öncesindeki
ilk direniş çabalarını, yerel kongreleri, ilk Kuvay-ı Milliye örgütlenmelerini
yok saydığı anlamına gelmiyor. Nitekim Atatürk, Nutuk’un daha ilk sayfalarında “Kurtuluş Çareleri” ve “Millî Kurtuluşun Siyasi Amaç ve
Hedefleri”
başlıkları altında kendisi Samsun’a çıkmadan önce yurdun değişik yerlerinde
kurulan direniş örgütlerinden, yerel cemiyetlerden de söz ediyor. Atatürk’ün, Nutuk’a, “1919 yılı Mayıs’ının 19. Günü Samsun’a
çıktını”
cümlesiyle başlamasının nedeni aslında "geçmiş” değil, daha çok “gelecektir”.
Atatürk, Millî Mücadele’de eş zamanlı olarak yürüttüğü “tam bağımsızlık” ve “ulusal
egemenlik” mücadelesine gelecek kuşakların hep hatırlayacakları bir başlangıç
tarihi, bir milat belirlemiştir. 19 Mayıs 1919’un bir “sembol tarih”, "bir
milat” olarak gelecekte hep hatırlanmasını istemiştir. Atatürk 19 Mayıs’ı, “tam
bağımsızlık” ve “ulusal egemenlik” sembolü olarak belirlemiştir. Nutuk’taki ifadeleriyle “ulusal egemenliğe dayanan bağımsız yeni
Türk devletinin”,
yani Türkiye Cumhuriyetinin temellerinin atıldığı tarih olarak Samsun’a
çıktığı 19 Mayıs 1919 tarihini seçmiştir. Atatürk için bu tarih, öyle önemlidir
ki, kendisine hangi gün doğduğunu soranlara “19 Mayıs” demiştir. Görülen o ki,
“19 Mayıs” sadece bir adamın; Mustafa Kemal Atatürk’ün değil, aynı zamanda bir
milletin; Türk milletinin yeniden doğduğu gündür. İşte Atatürk, 19 Mayıs 1919’dan
başlattığı Nutuk’ta, bir anlamda Türk milletinin
yeniden nasıl doğduğunu anlatmıştır.
Teknik olarak 1919’da başlayan Nutuk 1927’de bitiyor. Ancak, Atatürk’ün
Nutuk’u aslında biterken yeniden
başlıyor. Şöyle ki, bilindiği gibi Atatürk Nutuk’u, Türk siyasal ve edebiyat
tarihinin en etkili metinlerinden biri durumundaki “Gençliğe Hitabe” ile bitiriyor. Böylece Büyük
Önder, en büyük eseri Cumhuriyet’i ve o Cumhuriyet’in kuruluş öyküsünü
anlattığı Nutuk’u gençlere emanet ediyor. Onun Nutuk’u yazıp okuduğu 1927 yılında
türlü güçlüklerle mücadele etmek zorunda kalan Cumhuriyet’i gençlere emanet
etmesi çok anlamlıdır. Böylece Atatürk, Nutuk’un sonundaki “Gençliğe Hitabe” ile
geçmişten geleceğe, 1919’dan yarınlara bir Cumhuriyet köprüsü kurmuştur. Bir
anlamda Atatürk “Gençliğe Hitabe” ile Nutuk’u
bitirmemiş
aslında yeniden başlatmıştır. 1927’de biterken başlayan kitap Nutuk, ilelebet payidar kalacak
Cumhuriyet’in önsözüdür; Atatürk’ün kurduğu tam bağımsız ve laik Türkiye
Cumhuriyeti’ni yükseltmek isteyenlerin tarihî dersler çıkaracakları olağanüstü
etkileyici bir önsöz...
Bu tarihi eserin oluşmasında emeği
geçen Sayın Meydan’a da teşekkürlerimle; okuduğunuz veya okuyacağınız, benimse
tamamen bir gönül dostu olarak, teşekkür dahi beklemeden yaptığım o şerefli dönemin
hatıratlarını, okuduktan sonra; ama sizden tek ricam, okuduklarınızı lütfen son
22 yılın bizatihi hatıratlarınızla karşılaştırmalı olarak değerlendirmenizdir. Çünkü
dün olduğu gibi, bugün ve yarınlarda da hepimizin, sorgulayan vatandaşlarımıza
ihtiyacımız olacaktır. Hepimizin kitaplığında bulunması gereken bu hayati eseri
paylaşmayı, bu sonuncusuyla bitiriyorum.
Serendip
Altındal
Özün Kişiliğinin Aynasıdır (Eski makaleler)
serendipaltindal02.blogspot.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder